25 Haziran 2015 Perşembe

Dikkat!   Bu yazıyı aç karnına okumayın...










Türkiye'den misafirlerim vardı. Abi, nereye götüreyim bilemedim? Tamam bir sürü yer var da,  şöyle iz bırakacak, sonradan hatırlanacak, yani esaslı değişik bir yer, daha doğrusu orijinal bir yer...

Büyük kızım Topolopompo dedi. Dedim "o nedir yaa?"  "Gideriz, görürsün"  dedi.  "Tamam, eyvallah"  dedim.
Adres, madres, rezervasyon filan, kalktık gittik.
Eminim  pek çoğunuz biliyordur ama ben ilk defa böylesi  bir  "şef" restoranına gittim. 
Gerçekten daha kapıdan girer girmez etkilendim,   bu ne be,   vaay anasına sayın seyirciler....

------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Şefin ismi Avi Conforti. Yani öyle imiş...
Şimdi arkadaşlar, bu Avi küçüklüğünde  hep hayalinde bir canavar ile oynarmış. Hani şu ağzından ateş çıkan canavarlar var ya, ondan. Ona bir de  hayalinde   isim takmış.
Topolopompo.  İşte restoranın adı oradan geliyor.

Tavanda kıvrım kıvrım ateş rengi tüller. Sanki kuyruğu. Duvarda dikenleri çağrıştıran seramikler. Bayağı  sağlam dekorasyon. Toprak renkleri hakim. Griler siyahlar da var... Çok uyumlu... Önde cam kenarında  ve üst katta  tek sıra dizilmiş masalar.   Tam ortada boydan boya bir masa var ki, kocaman,  yan yana oturmalı. Sonra arka tarafta yine tek sıra masalar...
Bir de mutfağı açık. Her şey meydanda, ama koku moku, gürültü patırtı yok.
Süper kalite, derinden ince bir  uzak doğu müziği geliyor. İnsanı rahatlatıyor. Yani ne diyeyim, on numara beş yıldız...

Bu restoranda uzak doğu yemekleri sunuluyor. Sanırım Endonezya,  her şey çok değişik ve benim hiç tanımadığım bir mutfak. Bu yüzden içim çok rahat değil. Ne isteyeceğim, beğenir miyim, beğenmez miyim, en önemlisi misafirler, onlar  sevecekler mi? Yani biraz endişelerim var.


Önce ne içersiniz faslı, ne ise, ben bir Japon birası içtim. Buz gibi, ohhhhh...Çok iyi geldi... Diğerleri çok keyifli özel salatalık kokteyli aldılar,  ben de tattım şöyle bir, pek güzeldi, bayağı da dekorasyonlu şeyler...  Hafif limonlu mu desem, naneli mi desem, elbette ki salatalık kokusu da var,  bir azıcık da  alkollü, içtikçe içesin geliyor ve de rahatlatıyor insanı.  Şöyle bir yudum alıyorsun, peşinden ohhhh diyorsun. Öylesi yani...


İş yemeklerin seçimine gelince kızıma  teslim olduk.  Misafirlerim de, ben de, "Tamam kızım" dedik. "Biz bilmiyoruz. Şöyle her şeyden az az, tadımlık getirsinler, oldu olacak hepsinden tadına bir bakalım  bari." dedik.

Hemen başladılar. Önce  ortaya bir salata geldi. Karnıbahar salatası imiş. Fakat içinde çiçekler var,  morlar, sarılar,
menekşe gibi çiçekler, üstelik  yenilebilen  çiçekler bunlar, ve de  inanılmaz  hoş.  Zaten olaya bakmaya doyamıyorsun, rengarenk, birde lezzetli, bir de lezzetli,  yani müthiş...  (Şu anda ağzım sulanıyor.) Üstüne üstlük bir de yağ kullanmışlar ki,  yani varla yok arası, (her halde üzüm çekirdeği yağı) kokusuz, hafif, ve şeffaf, olayı patlatıyor.
Ama özellikle belirtmeliyim ki  salatanın içine mini mini prinç patlakları  bırakmışlar, işte o var ya,   yerken birden ağzında patlıyor. O anda mest, başka tarifi yok, mest. Bu arada galiba salatanın adı   "rosted cauliflower salad"   imiş. Ne bileyim, belki de yanılıyorum...


Tamam salatayı geçtik, bu sefer ortaya mantı benzeri bir şeyler geldi. İki ayrı tabakta, iki ayrı sosla. Galiba balkabağından yapmışlar. İsmi    "saku sai"   imiş. Yani öyle hatırlıyorum. Ben böyle bir şeyi hiç  yemedim. Sanki yediğin lokma, diline, yumuşacık bir kadife dokunuşu hissini veriyor.  Aromasını ise tarif edemem, çünkü daha evvel yediğim hiç bir şeye benzemiyor.  Ne ki emin olduğum bir şey var, gerçekten çok lezzetli...
Sonra sıra tavuğa geldi. Küçük küçük tavuk parçaları, çeşit çeşit otlar ve baharatlarla lezzetlendirilmiş.   Fakat tavuğun esas orijinal tarafı yedikçe ağzın bir çeşit uyuşuyor. Ve bu tatları başka türlü algılamana sebep oluyor. Her kese azıcık düştü, tadımlık.  Olağan üstü bir tavuktu...



Daha bu lezzet fırtınasını   atlatamamıştık ki bu sefer olayın büyüğü geldi. Black Cod  balığı. Şöyle küçük bir tuğla boyutlarında fırınladıkları balığı almışlar, bir sebze yatağının üzerine bırakmışlar.
Adam da aldı, bunu getirdi, masanın ortasına bıraktı, çekti gitti...Öyle baka kaldık...
Arkadaş, biz Türk'üz, yani kalkan da biliriz, lüfer de. Fakat bu ne yahu, pişirilişi mi, balığın kendisi mi, bilemiyorum. Balık insanın ağzında eriyor, lokmayı yutuyorsun,  dilinde damağında öyle bir tat bırakıyor ki,  o tat kaybolmasın diye gözlerin yarı kapalı, kıpırdamak bile istemiyorsun.   Hele rayihası  mı desem,  aroması mı desem  bilemedim, o lezzetin kokusu  genzinden öyle bir geçiyor ki,
tarifi mümkün değil. Offff be....


Sonra genç hanım garsonlar geldi, masamızı temizlediler, çok nazikler ve de çok saygılılar. Yapılan servisten çok hoşnut kalıyoruz. Keyfimize diyecek yok.



Derken bir çeşit seromoni ile masaya bir yemekler getirdiler...  Tabakların  kenarında bir çeşit yapraklar var. Onları alıyorsun, iki-üç kat üst üste, sonra tabağın diğer taraflarındaki ne olduğunu anlamadığım bir sürü bir şeyleri içine koyuyorsun,  ve onlarla  küçücük bir dürüm yapıyorsun, ve ağzına atıyorsun. 
Vay vay vay vay.... Yani adam başına iki pesah bokadosu gibi  lokma düştü ama, iz bırakıyor.

Enteresan, orijinal, lezzetli ve bir de biliyormusunuz ne? Eğlenceli....




Bu da bitti. Fakat esas olayı en sona bırakmışlar. İşte bu tam zurnanın zırt dediği yer oldu. Walla müthişti.
Elimden geldiğince anlatacağım arkadaşlar. Bombanın büyüğü bu...
Şimdi büyükçe yuvarlak bakır  bir tepsi. Kenara dizilmiş kapaklı, hasırdan küçük sepetçikler var. Her birinin içerisinde tanıdık tanımadık bir sürü baharatlar koymuşlar. Yaklaşık 8 - 9 kadar böyle sepetçik var. Tam ortada ise daha büyük bir sepet var ki, kapağını açtığımızda
içinden "pita" çıktı.  Fakat anacım, bu pitalar bayağı beyaz, ikiye katlanmış, küçük ve yeni yeni soğuyorlar. Kapağı açınca içinden hafif buhar çıkıyor. O sepetin altı da hasır ve açık. Buhar dışarı çıkabilsin diye.
Eeee, tamam da bunlar ne ile yenecek derkeeeeen, getirdiler.

Şöyle iri kıyım yuvarlak  tabağın içinde bir bütün kuzu kol. Nar gibi kızarmış. Elini ete atıyorsun, bıçağa lüzum yok. Dağılıyor. O baharatlarla, ve pita ile bu kuzu eti.... Yok böyle bir şey...Hiç birimiz konuşmuyoruz,
daldık içine,  götürebildiğimiz kadar götürüyoruz...Masaya sessizlik hakim. Neden sonra durduk, yani bir nefes almak için... Bu arada  kuzudan geriye artık minnacık parçacıklar kaldı. Misafirlerime  "hadi şunları da temizleyin" diyorum. "Öldük, bizde yiyecek hal kalmadı diyorlar. Perişan vaziyetteyiz.


Arkamıza yaslandık.  Ağzımızdan sanki küçük küçük baloncuklar çıkıyor...
Bittik, tükendik derken tatlı servisine başladılar. Üç dört çeşit tatlı getirdiler. Krokana sarılmış dondurma mı desem,
ananastan yapılmış pamuk helva mı desem, manyaklık yani, olamaz böyle bir renk cümbüşü ve
sunum güzelliği. Hele lezzet, hele lezzet... Gerçekten hem göze hem damağa çok çok hoş gelen şeyler...
Kahve servisi de yaptılar en sonunda, o ikramları imiş.



------------------------------------------------------------------------------------------------------------

O gün hava çok güzeldi, bizim de havamız çok güzeldi, çok eğlendik, çok güldük, çok hoş şeyler yedik. Bende iz bırakan bir deneyim oldu. Misafirlerim de çok memnun kaldılar.
O günkü misafirlerime, bu yemeği organize eden canım kızıma, böyle bir günü bize yaşattıkları için müteşekkirim.
Ve sizlerle de paylaşmak istedim...
Nice güzel yemeklere efendim... Afiyet olsun...


(Sevgili Luiza ve Eli, iyi ki varsınız.  Yeni güzel anılara inşallah, sizi çok seviyoruz.) 

Aaron Baruch  (Ankaralı)